Yaşam

Bavul çocuklarından Temmuz çocuklarına

Şirvan Erciyes

Çoğumuzun 1960’larda, 70’lerde, 80’lerde Almanya’ya işçi olarak giden, Türkiye’deki bir akrabasına çocuklarını emanet eden bir tanıdığımız var. Almanlar bu gerekli ayrımdan yana olan ve sayıları yüz binlerle ifade edilen çocuklara Kofferkinder (bavul çocukları) adını verdiler. Aynı zamanda bir Kofferkinder olan Menekşe Toprak, bu çocuklara bir yazara yakışır isimler vermiş; Şimdi onlar Temmuz’un çocukları.

Menekşe Toprak’ın ilk romanı ‘Temmuzun Çocukları’, geçtiğimiz günlerde Doğan Kitap tarafından yeniden basıldı. Sadece konusu ve karakterleriyle değil, yapısal özellikleriyle de paha biçilmez bir kitaptır.

Romanın çoğu kış mevsiminde geçse de akılda kalanlar birden fazla yaza aittir. Yaz, özellikle Temmuz, izin ayıdır ve yurt dışında yaşayanların Türkiye’ye dönerek geride bıraktıkları sevdiklerini hatırlamalarını sağlar. Temmuz, doğdukları yerden uzakta yaşayanlar için eve dönüş ayıdır. Aynı zamanda memleket mi vatan mı bilmemektir. Bir yıl çalıştı, ikramlar aldı, sadece Temmuz ayı için on bir ay yaşadı.

‘Temmuz’un Çocukları’ tek merkezli bir roman olmadığı gibi, bir karakterin öne çıkıp diğerlerini gölgede bıraktığı bir yapıda kurgulanmamıştır. Milan Kundera’nın ‘Roman Sanatı’ adlı eserinde ele aldığı çok seslilik kavramıyla örtüştüğünü düşündüren ayrıntılara sahiptir. Kundera, Don Kişot’tan çok sesliliği sorgulamaya başlar. “Cervantes, Don Kişot’un tamamen çizgisel yolculuğunu anlatır. Ancak yolculuğu sırasında Don Kişot, kendi hikayelerini anlatan başka insanlarla karşılaşır. Birinci ciltte dört gedik vardır. Bunlar, romanın çizgisel kalıptan çıkmasını sağlar. Ama bu çok seslilik değil! Çünkü burada bir eşzamanlılık yok. Chklovski’nin dediği gibi, roman kutusuna konulan öykülerle ilgili.”

Bu alıntının devamında Kundera, çoksesli romanlarda anlatılan hikâyelerin tematik olması gerektiğinden bahseder ve söyleşi, şiir, deneme gibi farklı türlerin aynı ortamda kullanıldığı romanları çoksesli kategorisine alır. Çok sesli romanların temel ilkesinin seslerin eşitliği olduğunu söyler; hiçbir ses bir diğerine baskın gelmemeli, hiçbir ses eşlik eden bir unsur olarak kalmamalıdır.

Temmuzun Çocukları, Menekşe Toprak, 256 sayfa, Doğan Kitap, 2023.

Temmuzun Çocukları’nın çok sesli bir roman olduğunu düşünmemize neden olan unsurları incelediğimizde anlatılan hikayelerin ilerlediğini görüyoruz. Etkinlikler, yılın son günü ve Yılbaşı gecesi eşzamanlı olarak gerçekleşir. Geçmişe dönük anılar okuyucuyu uzak diyarlara ve farklı zamanlara götürse de hiçbir olay izole değil. İzole gibi görünen bazı olaylar, roman karakterlerinin hayatlarında bıraktığı izlerle günümüze etki eder. Romandaki karakterlerin eşit değerde olduğunu o kadar söylemiştik ki romanı okumayı bitirdiğimizde hangi karakterin ön planda olduğuna karar vermekte zorlanabiliriz. Ayrıca iki farklı anlatıcının yer aldığı eserde italik kısımlar Aysu’nun defterine I diliyle yazdıklarını içerirken, kalan kısımlarda ilahi anlatıcı devreye giriyor.

Romanın nadide karakterlerinden biri olan Süheyla susturulmak istenen vicdanın temsilini konu edinir, romanda varlığından çok yokluğuyla yer alır. Diğerlerinde bulunan Süheyla imgelerinden onu tanımaya çalışıyoruz. Süheyla roman boyunca birilerinin telefonunu çaldırır ama beklenen görüşme gerçekleşmez, adeta bir sis perdesinin arkasında kalır. Yakınları, Süheyla’nın hayatını belirleyen maddi koşulların verdiği onarılmaz zararı görmek istemez. Herkes kendi yolunda yürürken Süheyla’nın yolda mahsur kalmasından duyduğu rahatsızlık bazen genç hanıma karşı öfkeye dönüşür. Ailesi onun çılgınlığına son vermesini, kendi işine bakmasını, doğurduğu çocukları büyütmesini, şükranla oturup her şeyi unutmasını istiyor. İş, aile olmanın gereklilikleri etrafında döner. Aileler için en uygun çocuk hangisidir?

Süheyla’nın iki kardeşi Türkiye’de, en küçük kardeşi ise Almanya’da yaşıyor. Yaşar, Mersin’e yerleşerek eşi, çocukları ve eşinin ailesiyle birlikte bir hayata başladı. Aileden hiçbir sorununu yansıtmadığı için memnun olduğu ve bir sorunu olmadığı varsayılır. Aysu, ailenin Ankara’da yaşayan üniversite mezunu kızıdır. Yirmi sekiz yaşında olmasına rağmen evli değil. Bunun dışında velileri rahatsız eden bir durum yok. En küçük oğlu Aziz, ailesinin yanında büyüyen tek çocuktur. Farklı bir şehirde üniversite eğitimi almak için evden ayrılmış olsa da gençliğinin verdiği canlılıkla yaşlanan anne babanın taze koludur.

Anne Şükriye Hanım kadrolu olarak Almanya’ya giderken eşi ve çocuklarını Türkiye’de bırakmak zorunda kaldı. Daha sonra ailesini yanına almasına rağmen, hiçbir zaman tamamen hiçbir şeyin ortasında olmadılar. Romanda Süheyla’nın yokluğu belirleyici olduğu gibi, aile de ortada olamamanın verdiği sıkıntı ve yabancılaşmayla var olur. Uzaktaki aile üyeleri bir toplantıya geldiklerinde deneyimsizlik yaşarlar. Bu mesafe ve deneyimsizlik ailenin tüm dinamiklerini belirler.

Romanın en değerli karakterlerinden biri olan Klaus, yaşlanan bir radyocudur. Her halükarda kendini affetmeye hazır, vicdanını haklı çıkarmaya meyilli, eski sevgilisi Süheyla’dan aldığı bir notla geçmişe dönüyor. Tedbirli, risklerden uzak yaşamak isteyen ve düzeni sürdürmek isteyen bir kişidir. Süheyla’yı çoktan unutmuş olsa da Klaus’un Süheyla’nın hayatında hâlâ değerli bir yeri olduğunu görüyoruz. Tutkuyla ve aşkla bağlandığı adam hiçbir açıklama yapmadan, vedalaşmadan Süheyla’yı hayatından atmıştır. İnsani olmaktan uzak bu incitici hali, muhtemelen Süheyla’nın travmalarını derinleştirmiştir. Ancak yazar şunu da hissettiriyor bize; Süheyla’nın içinden çıkamadığı girdap sadece Klaus’tan kaynaklanmaz. Süheyla, çocukluğundan beri ayrılıkla sınanan kişidir. Ailesinden, kardeşlerinden, sevgilisinden, çocuğundan, kocasından zamanında ayrılmak zorunda kalmıştır. Süheyla’nın Klaus’a olan aşkını ister istemez sorguluyoruz. Süheyla, hayatına bir kadın aldığında nezaketinden bir kadın atan bu adamı bunca yıldan sonra hala gerçekten seviyor mu? Yoksa mutluluğa en yakın olduğu anların, aşk sandığı duygunun özlemi mi? Unutulmayan belki de, hayatla kopan bağı aşk üzerinden yeniden kurma girişiminin hüsranla sonuçlandığıdır.

Romanın son bölümünde aile bir orta yerde ve bir köydedir. Romanın başından beri var olan hüzün dağıldı. Acılara rağmen yetinme hakkının savunulduğu bu iyimser sahnenin yazın ve doğada geçmesi elbette tesadüf değil. Menekşe Toprak’ın insan merkezli bir dünyaya öncelik vermediğini okurlar bilir. Mevsimlerle birlikte değişen günlük yaşama doğadaki değişimler de eşlik eder. Yazar, dünyayı bütüncül bir şekilde ele alıyor, insanı ve doğayı ortada, tıpkı ölüm ve yaşam gibi düşünüyor. Onun edebiyatında insan, yıkıcı yönüyle eleştirilirken, doğa insanı eşitleyen ve varlığa kaybolan anlamı geri kazandıran bir unsur olarak öne çıkar. Ölüm ve yaşam ikiliği doğada kaybolur, ölüm bir sondan daha fazlasıdır, doğa ile bir bütündür. İnsan da kaygılarıyla, korkularıyla, sevinçleriyle ve istekleriyle bir bütündür, ne idealize edilir ne de eleştirilir. Yazarın yazdıklarına karşı soğukkanlı olması, yazdıklarının ortasına koyduğu boşluk ve gözlem gücü kısmen bu bakış açısının sonucudur.

‘Temmuz Çocukları’ sinematografik bir romandır; Yazar verdiği ayrıntılarla sadece iç ve dış mekanlara görünürlük katmakla kalmıyor, karakterlere okuyucunun gözünde hayat veriyor. Üstelik bunu sadece dış görünüş açıklamalarıyla yapmıyor. Rastgele bir karakterin duygularındaki değişiklikleri anlamaya yardımcı olacak ipuçları yüzlerde, bakışlarda ve beden dilinde belirir. Aynı anda film izliyormuş hissi uyandıran pek çok detayı içinde barındıran bu romanı, bittiğinde gerçek bir film ekranında izlemek çok keyifli olacaktır.


* Roman Sanatı, Milan Kundera, Çeviren: İsmail Yerguz, Alfa Yayınları, Haziran 1989 (Sayfa 87).

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu